Kadının dünyadaki konumu: Feminist Ütopya/Distopya
Deniz Mahabad
Ey insan, adil olmayı becerebiliyor musun?
Olympe de Gouge
Feminizm, farklı yerlerde ve zamanlarda farklı anlamlar kazanmış ve dinamizmini kaybetmemiştir. Kadın ve birey olma açısından siyasi, ekonomik ve toplumsal gibi birçok alanda toplumsal cinsiyetin eşitsiz uygulamalarını ve kısıtlamalarını ortadan kaldırmanın öncü hareketidir. Feminizm ya da toplumsal cinsiyet olgusu, yüzyıllardır birçok farklı çabayla süregelen eylemler/fedakarlıklar, kendi telaffuzu, erkek egemenliğinin oluşumu, kadının “öteki” bir konuma hapsedilmesi ile büyük bir ciddiyetle ele alınırken onların hafızasında, kadın varlığının görünmezliği ve bunun sonucunda erkek varlığının olması gerektiği gibi olması. Tülay Akkoyun, tabiri tartışmaya açık olsa da, onun kimliğinden uzaklaşmasını diğer dokuz kitabı üzerinden irdeliyor.
Akkoyun, ‘Karşılaştırmalı Feminist Ütopya/Dystopia’ adlı kitabıyla, feminist edebiyatın dinamiklerine odaklanarak erkeklik sorununa eleştirel ve analitik bir yaklaşım sunuyor. Ayrıca feminist edebiyat tarihinin gelişimine yeni bir pencere açıp farklı bir yolculuğa çıkarken, bu serüven üzerine çok kapsamlı bir araştırmanın kapılarını aralıyor. Çalışma, toplumsal cinsiyet meselelerini feminizm, ütopya/distopya, totalitarizm bağlamında ele alan ve karşılaştırmalı dokuz eserin analizinin yapıldığı dört bölümden oluşmaktadır. Metnin odak noktası, dünyada artan cinsiyet sorunları üzerinedir. Toplumsal cinsiyet üzerine değerli fikirler içeren dokuz eser, geçmiş süreçlerle bugünün koşulları arasında bağlantı kurularak inceleniyor.
Kadından ve erkekten önce insanı, insani kavramları ve varoluşu anlamak gerektiği yadsınamaz. Ancak insanın varoluşsal konumu, tek başına bir özne olmanın ötesinde, çok boyutlu eril mekanik bir yapıya ruhsal bir boyut kazandırarak dış görünüşüyle dikkat çekmektedir. Doğal yaşam üzerine kurduğu kontrol panelleri eril gücün en açık kanıtıdır. Aslında fiziksel ihtiyaçları ile birlikte ele alındığında birbirinden farklılaştırılamayan insanlık, zihinsel ve duygusal tutumların sonucunda oluşan hiyerarşinin yarattığı güçlü bir “ötekileştirme” ile karşı karşıyadır. Peki söz konusu mekanik yapıya erkeksi bir ruh yerleştiren asıl çok boyutlu özne kimdir? tabiki erkek Bu noktada feminizm hareketi, erkeklerin can sıkıntısına karşı hayal edilebilir bir dünya için umut verici örgütlenmeler gösteriyor.
Charlotte P. Gilman’ın “Sosyal ilişkiler çoğu zaman bireye insan olduğunu hatırlatır” sözü, insan olmanın ve birey gibi hissetmenin temelinde toplumsal çıkarların yattığını vurgular. Gilman tam da bu nedenle kadının insan olabilmesi için insan yaşamının tamamında yer alması gerektiğini, yaşamına son verilen kadının insanlığın ilerlemesine engel olduğunu düşünür. Marie Curie, Janaki Ammal, Chien-Shiung Wu, Rosalind Franklin ve insanlık adına bilim dünyasına katkıda bulunan diğer tüm hanımlar Gilman’ın bu açıklamasını güçlü bir şekilde desteklemektedir. Eril egemen sistemde hayatın başlangıcı olan kadının ötekileştirilmesi ve sistemin yarattığı hegemonyaya hapsolması, erkeğin varlığının dolduramayacağı bir boşluk yaratmıştır.
Feminizm denilince çoğunluğun aklına “erkek gibi olmayı istemek” fikrinin geldiğini belirtiyor. Kavramın yaşam alanı söz konusu olduğunda ortada çok farklı bir fikir sisteminin olduğu görülmektedir. Feminizm, en kolay telaffuzu ile kadın haklarının sömürülmesi, baskı altına alınması, kalıplara sıkıştırılması, dışlanması ve yok sayılmasının altyapısını oluşturan yerleşik devletlerin “doğal kabullenme” süreçlerini incelemenin adıdır. Ancak feminizm, cinsiyete dayalı ayrımların toplumsal zemine yayıldığı ama gerçek bir devlet olarak bu tabanı kırmaya inandığı çok kapsamlı ve boyutsal bir haritadır. Aslında kültürlerin ve inançların kadın ve erkeğe biçtiği rollerin birbirine zıt olması yanlış bir algıdır. Bu algının yanlış olduğunu belirten Fuller, içlerindeki gücü çalıştıran kadınların insan bütünlüğünü yeniden bulabileceklerini, sivrilen farklılıklardan ve toplumun bireylere biçtiği rollerin tuzağına düşmekten kurtulabileceklerini söylüyor.
Yazar, kadın hareketinin gelişim sürecini kronolojik bir çizgide incelemektedir. Bu doğrultuda 17. yüzyılda Pulain De La Barre, Mary Astel; 18. yüzyılda Madame D’Epinay, Catharine Macaulay, Judith Sergent Murray, tarihte feminizmin yönünü belirleyen öncüleri öne çıkarır. Kadın mesleğinin teorik ya da pratik olarak izlediği yol, farklı feminist kümelerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Gisela Notz, feminizmin radikal, liberal, sol, siyahi, ekofeminizm ve postfeminizm gibi birçok türü olduğunu açıklarken, feminizmin kadın hareketinin bilimsel ve teorik arayışı olduğunu da belirtiyor. Bu noktada birçok feminist yazar ve araştırmacıyı hatırlamakta fayda var. Sally Hines’a göre bazıları meseleyi cinsiyetin kökenini cinsiyetin biyolojik ve üreme özelliklerine indirgeyen sosyal bir bağlamdan ele alırken, diğerleri toplumun kadın ve erkek için ölçtüğü/tanımladığı davranış, rol ve sosyal normlarla ilgilenir. Biyolojik kadınlık/erkeklik söz konusu olduğunda cinsiyet kavramının kullanılması gerektiğini, toplumsal roller söz konusu olduğunda ise cinsiyet sözcüğünün daha uygun olduğunu belirten Tülay Akkoyun, toplumsal cinsiyet kavramının kültürel bir tanım olduğunu vurguluyor. her iki cinsiyet için.
Kitap, eril egemenliğin feminist bir bakış açısıyla nasıl değiştirilebileceğine dair ayrıntılı ve çarpıcı örnekler içeriyor. Bir noktada araştırmaya dayalı bir metin olduğu için başucu kitabı olabiliyor. Akkoyun’a göre metnin amacı, cinsiyetin varoluşsal yapısının doğal farklılıklarının ötesinde erkek egemen ideolojilerin neden olduğu farklılıkları tespit etmektir. Akkoyun, eril zihniyetin edebiyat dünyasında ele alınış biçimini yücelten, kadınlığın ne/nasıl olması gerektiği konusunda toplumsal sınırlar çizdiğini düşünen ve ahlaklı hali ile hayat sunan Mısırlı feminist yazar Nawal El Saadawi’den örnek veriyor. dini argümanların temeline oturtuyorlar. Saadavi; Dini aşırılık arttıkça kadınların bırakın ilerlemeyi, kazandıkları hakları koruyamadıklarını, hatta birçoğunu kaybettiklerini belirtiyor. Bu söze örnek olarak son dönemde Afganistan’da eğitim hakları ellerinden alınan kadınları hatırlamakta fayda var.
Kültürel hayatın yaratılmasından siyasi tarihin şekillenmesine kadar kadın hareketi dünya tarihinde çok önemli bir etkiye sahiptir. Ancak kadınların konumları görmezden gelindi/edilmeliydi ve görmezden gelinmeye de devam ediyor: Fransız Devrimi’nden sonra “eşitlik, özgürlük” sloganlarına rağmen kadın haklarını talep eden Olympe de Gouge, giyotinle idam edildi. Kadın Hakları Evrensel Beyannamesi”. Kadınlar, sanayi devriminin emek gücü için büyük bir bedel ödedi. Yakın zamana kadar Amerika ve Avrupa’da kadınların yüksek öğrenim görmeleri mümkün değildi ve hatta iki Nobel ödüllü Marie Curie’ye hak ettikleri ödül doğrudan ona değil, kocasının adına sunuldu. Feminizm tarihi ayrıntılı olarak incelendiğinde Simone de Beauvoir’ın da belirttiği gibi erkek egemenliği ne bir tesadüf ne de dikkate değer bir devrimdi. Elbette bu süreç sadece biyolojik süreçlerin şekillendirdiği eril bir güç değildir. Kate Millett ‘Cinsel Politika Teorisi’ adlı kitabında; her ülkede askeri, sanayi, teknoloji, üniversite, siyaset ve ekonomi dahil tüm güçlerin erkek gücünün elinde olduğu ataerkil bir toplum olduğunu belirtir. Bu nedenle eril güç, biyolojik süreçten başlayarak her alanda erkeğin üstünlüğünü ifade eder.
Tülay Akkoyun, derinlemesine araştırmaları sonucunda oluşturduğu yazısının giriş bölümünde “feminizm, totalitarizm, ütopya-distopya” gibi üç değerli kavram hakkında açıklamalar yapıyor. Yazar, totalitarizm kavramına yaptığı göndermeyi David D. Roberts’tan bir alıntıyla detaylandırıyor: “Totaliter bir devlette veya kültürde vatandaşın gerçekten de kendine ait bir zamanı veya mülkü yoktur. Bu noktada erkek ve totalist anlayışın benzerliği, kadına uygulanan baskı, baskı ve şiddete ve iktidar uzantısı olan bir kültüre işaret etmektedir çünkü bu ve benzeri siyasi zeminler her zaman erkeklerin eliyle güç kazanmıştır. Bugün pek çok ülkede toplum içindeki varlığı katı bir şekilde erkeğe bağlı olan ve ev dışında aktif olarak hareket edemeyen kadının sadece eş ve analık kimliğiyle bariz sınırlara hapsedildiği ağızdan ağıza konuşulur. Meğer kadın her yerde, erkeğin olduğu ve olmadığı her yerde. Dünyanın doğusunda ve batısında kadınların yaşadığı sorunlar farklılık gösterse de, kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada yaşananların temel özellikleri aynıdır: erkek egemen sistemde kadının değersizleştirilmesi ve erkek egemenliğinin varlığını hissettiren erkek baskısı. her rejim tüm gücüyle.
Akkoyun, kitabın dördüncü bölümünde diğer dokuz esere odaklanıyor. Ele aldığı eserler, ütopya ve distopya ekseninde yazılmış metinlerden oluşmaktadır. Siyasi telaffuzları, kültürel farklılıkları ve eril anlayışı şiddetle eleştiren metin örneklerinden yararlanarak kitabını tamamlıyor. Yazar, geniş edebiyat deltasında toplumsal cinsiyet bağlantıları üzerine düşünme/düşünme fırsatı veren, olan ve olması gerekene dair önemli bir derleme etrafında toplanıyor. Bu nedenle feminizme edebi bir yörüngede yön veren görüşlerin hayatın her alanında nasıl sonuç vereceğini irdeleyen metinleri bir araya getiriyor. Yazarın seçtiği eserler sırasıyla Charlotte P. Gilman’ın ‘Women’s Land and Our Country’, Naomi Alderman’ın ‘Power’, Margaret Atwood’un ‘The Handmaid’s Tale’ ve ‘The Book of Covenants’, Christina Dalcher’ın ‘The Voice’, Angela It’dir. Chadwick’in ‘Xx’, Prayaag Akbar’ın ‘Leila’ ve Bina Shah’ın ‘Before She Sleeps’ filmlerinden oluşuyor. Tartışılan metinler, Alexandra Brodsky ve Rachel Kauder Nalebuff’ın ‘Feminist Ütopya Projesi’, ‘Daha İyi Bir Gelecek İçin Elli Yedi Hayal’ kitabını anımsatıyor. Yazar, kitabını karşılaştırmalı bir yerde oluştursa da tartışmanın amacı, okuyucuyu feminist bir dünyanın nasıl olacağı sorusuyla ve feminist bir dünyanın olumlu ve olumsuz yönleriyle baş başa bırakmaktır.
Ele alınan metinler kadınların dünyadaki konumlarını/konumlarını sorgulamalarına neden olsa da asıl sorgulanması gereken bu durum ve konumun yaratılmasında güçlü erkeğin nerede konumlanacağıdır. Kadın sorunlarının tarih boyunca var olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Yüzyıllardır süregelen bu sorunlara çözüm bulmaya çalışan ve bu uğurda canlarını veren pek çok aktivist ve teorisyen olmasına rağmen sorunlar derinleşmeye devam ediyor. Akkoyun’un eseri meseleleri bir bütün olarak okuyucuya sunar. Elbette bu noktada önerilen analiz önerilerinin yeterliliği sorgulanabilir. Yine de yazarın incelemenin modülü olacak kapsamlı bir metin hazırlamaya çalışması takdir edilmesi gereken bir çabadır.
“Ve Rab, adamın (Adem) üzerine derin bir uyku getirdi. Kaburgalarından birini aldı ve yerine et koydu. Ve Rab adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı” diyor Kitap. Yaratılma sırası hanıma gelince harç için çamur yerine erkeğin kemiği kullanılmış ve erkekten kadın o harcı ödemeye başlamış. Sadece tek tanrılı dinlerde değil, Türk tarihinin Orta Asya’daki en eski metinlerinde de kadının yaratılışıyla ilgili metinler vardır: Altay Yaratılış Destanı’nda başlangıçta sadece su vardır ve Tanrı’nın iç azabı yüzer. yukarıda bu sulardan bahsedilmektedir. Tanrı yaratma fikrini veren sulardan çıkan “Ak-Ene/Ak-Ana” dır. Bu ve diğer pek çok ilkel öyküde, hanımefendi yaratıcılığın kaynağıdır. Tanrı, insanı yaratma eylemini kadın/dişi bedeninde gerçekleştirir ve dünyada üretme, dönüştürme ve yeniden üretme gücüne sahip olan her şey kadınlıkla ilişkilendirilir. Hayatın dişil gücün yaratıcı potansiyeline bağlı olduğu bir dünyada, kadını bir kemik parçası olarak görmek hem ilahi hem de insani gücü değersizleştirmek demektir. Hanımın olduğu yerde hayat vardır, hareket vardır, şefkat vardır, muhafaza vardır, unu ekmeğe çevirme gücü vardır, tatlılık vardır. Tülay Akkoyun’un ‘Karşılaştırmalı Feminist Ütopya/Distopya’ çalışması, bu gücün ve hoşluğun hatırlanmasına, sözcüklerin gerçek hayatın bir parçası haline getirilmesine katkı sağlayacak niteliktedir.